Psikoloji Prof’u Acar Baltaş, “Bütün ilmini tek bir kitaba borçlu olanlar, bu dünyada tek ayak üzerinde kalma cezası almış gibidirler, "der. Bu tek yönlü gıda ile beslenmek gibi. Tek bir rengi, mesela kırmızıyı en iyi ve tek renk görmek gibi. Gökkuşağının muhteşemliğini coşku ile seyretmekten kendini mahrum etmek gibi. Yada tek bir sazla çalınan bir ezgiyi, orkestranın armonisine yeğlemek gibi... Dünyadaki bin bir renkten, sesten, lezzetten, güzellikten, arzudan, zevkten… kendini mahrum etmek, tek bir şeye gönüllü mahkum etmek gibi bir şey bu. Bir insan kendini nasıl bu kadar tanımaz ve kendine kötülük eder, anlamak zor ama bütün bunlar insanlık halleri sonuç olarak.. Bu ise bana göre otoriterliğe, tek adamlığa, dolayısıyla tek bir inanç veya ideolojinin fanatikliğine yol açar. Bu aynı zaman da narsistik kişilik bozukluğu ve şişkin egonun da psikolojik zemini. Yani, “Ebedi yanılmazlık. İdeolojik ve inançsal haklılık…” Farklı olana, kendisi gibi olmayana tahammülsüzlük. Bu yapının sonuçlarından biridir linç eğilimi. Sonuç olarak bu eğilim özgürlüğe, bunun sosyal, siyasal yapısını temsil eden demokrasi ve cumhuriyet rejimi karşıtlığına hatta (…) götürür taraftarlarını.
Bu, bütün ilimini tek bir kitaba bağlamış(borçlu) olan yapılar, inanç ve ideoloji örgütlerinde / cemaatlerinde dokunulmaz olan olan “üç tabu” vardır. Örgütün, topluluğun ve yahutta cemaatin lideri, topluluğun kuramı(kitabı) ve topluluğun(sıfatı-ismi) yapısı. Siyasi olarak olarak ise bu Parti, Parti Lideri ve Parti Programı; inanç olarak ise Dini lider(şu an var olan ve aynı zamanda inancın kurucusu), İnancın niteliği (İslam, Hristiyan, Yahudilik…) ve Kitabı(Vahiy yoluyla gelen) ve (o inancın yorumcu önderleri ve onların mucize ve kerametlerini içeren) kitapları.
Spinoza, “Her belirlenim bir yadsımadır, ”der. Bu deyimi örnekleyerek biraz açalım… Biz sosyalistler, biz Müslümanlar, biz milliyetçiler… vb. demek bir belirlenim, sınır çizmektir. Bu belirlenimin dışında kalan(lar), belirlenimin doğal sonucu olarak dışarıda bırakılmış, yadsınmış / reddedilmiş, dışlanmış, olumsuzlanmış olur. Misal; biz sosyalistler dediğimizde Müslüman ve milliyetçileri; biz Müslümanlar dediğimizde milliyetçileri ve sosyalistleri, biz milliyetçiler dediğimizde ise diğerlerini dışlamış oluruz…
Milliyetçilik(ırkı önceleyen milliyetçilik anlamında), kendi milletini sevmek ve önemsemekle kalmaz (buraya kadarı masumdur), bir süre sonra sivrilerek kendi milletini, diğer milletler(ırklar)den üstün görme eğilimine girer. Diğer yada bazı ırkları kendine düşman beller, yok etme yoluna gidebilir. Hitler’in ari ırk tanımı ve Yahudileri yok etme girişimi gibi. Kimi zamanda bu kendi özerk devletini kurma ideali güder ve silahlı mücadeleye girer: PKK gibi.(Ülkemizdeki bu ayrılıkçı yapı bu sene farklı bir dil kullanıyor, fakat yarım asır gösterilen gayret özerklik içindi.) Bu ayrılıkçı milliyetçi ideolojilerin önündeki en büyük engeldir, üniter bir devlet, cumhuriyet. Milletini, ırkını önemsemek ve onları demokratik haklara kavuşturma idealini aşan milliyetçi yapılar, bundan dolayı Türkiye Cumhuriyetine karşıdır.(PKK, milliyetçi bir hareket değil özgürlük mücadelesi veren (bir zamanlar Marksist kökenli) bir örgüttü diyecekler olacağını biliyorum. Böyle söylecekler şu sorunun yanıtını vermeliler. Türkiye PKK için yarım asırda beş yüz milyar dolar civarında para harcadı, koca bir devlet ve yarım trilyon dolarlık harcanan bütçe karşısında yarım asırdır PKK, üyelerden ve sempatizanlardan aldığı aidatla mı ayakta durdu?.. Suriye'de YPG’nin kontrolündeki sarı harita olan bölgeye ABD -bilinen- 60-70 bin tır silah yardımı yaptı ve resmen ABD bütçesinden her yıl yüz milyonlarca dolarlık ödenek, yardım ayrılıp aktarılıyor. O sarı haritanın olduğu bölgeye Türkiye müdahale edemiyor, ABD korumasından dolayı. Hala bu hareket özgürlük mücadelesi diyorsanız, emperyalist ABD, özgürlük savaşçılarını destekleyen bir ülkedir demiş olursunuz. Murphy Kanunlarından biridir: “Parayı koyan, oyunu kurar, oyunu kuran parayı kazanır / alır.” Yani parayı koyan, koruma sağlayan oyunu kurar, oyunu kuransa oyunun kazananı olur. Yani bundan gayrısı teferruattır. Kapital sermaye demektir. Sermayenin her hareketi “artı değer” elde etmek maksatlı bir yatırımdır. Her sermaye yatırımı, yatırımcısına “artı değer” olarak dönsün diye yatırılır, kullanılır. Ezcümle, bir emperyalist ülkenin yatırımı, -oyunu kuran-emperyalist ülkenin lehine “bir artı değer” elde etmek maksatlıdır. )
K. Marx ve F. Engels Komünist Manifesto da: proletaryanın devrimci(sınıf egemenliği) diktatörlüğünden ve demokrasiden bahseder… Bu gün Avrupa’da Manifestodaki deyiş ile, “Zincirlerinden başka kaybedeceği bir şeyi olmayan ve kazanacakları koca bir dünya olan” proletarya kalmış mıdır? Bu ayrı bir başlık. Bir sınıfın katıksız egemen olacağı sosyalizmde demokrasi olamaz. Deneyimlenen geçmişteki örneklerde, sosyalizmde demokrasi gerçekleşmiş midir? Demokrasi çoğulcu ve katılımcı olan bir kuramdır. Din, düşünce, örgütlenme ve vicdan özgürlüğü vardır demokrasilerde. Demokratik toplum ise sosyalizm, geçmişteki fiili uygulamalarda liberal, muhafazakar ve milliyetçi parti(ler) kurulmuş ve bunlar, özgürce propagandaları serbestçe yapılmış mıdır? Kanımca bu tür partileşme ve propaganda ve örgütlenme özgürlüğü Marksist kurama da aykırı. Bildiğim kadarıyla bir tane “Sovyetler Birliği Komünist Partisi” var ve Ermenistan'daki, Özbekistan/ Buhara’da, Azerbaycan'da Türkistan’da ve diğer cumhuriyetlerdeki partiler “Sovyetler Birliği Komünist Partisinin” şubesi mesabesinde bulunmuşlardır.
Söylemek istediğim, Marksist - Leninist, sosyalist ve devamında kuramsal olarak ileride gerçekleşeceği varsayılan Komünizm karşıtlığı yapmak değil(Bu filozof ve düşünürlerin de insanlığın düşünce tarihine büyük katkıları olmuştur; tarihteki birçok filozof ve düşünür gibi). Sosyalist ve komünistlerin TC.’ye neden karşı olduklarının altını çizmek ve anlamaktır. Türkiye Cumhuriyeti Kapitalist bir ekonomi politiktir; diğeri sosyalist, komünist(komünal) bir ekonomi politik, dünya görüşü ve pratiğidir. TC. karşıtlığı da buna dayanır. TC.’nin varlığı, bu topraklarda komünal bir rejimin kurulmasının en başta ve en önemli engelidir.
***
İslam, derken “Siyasal İslam'ı, yani dini esaslara göre siyasal rejimi şekillendirmek isteyenleri” kastediyorum. İbadet ve inanç, Allah ile benim aramda, böyle inanır ve ibadet ederim, diyenleri kastetmiyoruz.
Biz Müslümanlar yada Müslümanım demek, bir aidiyetle kendini sınırlamak, bağlamak demektir. İslamın ilk şartı Kelime-i Şahadet. Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammedîn abduhu ve resuluhu. Türkçesi: “Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şahitlik ederim ki Muhammed (s.a.v) O’nun kulu ve rasûlüdür” İmanın Şartları: Allah'a inanmak, meleklere inanmak, peygamberlere inanmak, kitaplara inanmak, ahiret gününe inanmak, kaza ve kadere inanmak. İslam'ın ve imanın şartları kabul ettiğinizde, kendinizi belirlemiş, kendiniz gibi olmayanı(kendi dairenizin dışında koymuş)yadsımız, reddetmiş olursunuz.
(Yani “X” partiliyim, inançlıyım, takımdanım, cemaatten /topluluk tanım… dediğinizde, “X”olmayanı, diğer partileri, ideolojileri, inançları, takımları, cemaatleri /toplulukları… yadsımış, reddetmiş onları dışarıda bırakmış olursunuz.)Hakikat bu iken şu Ayetleri nasıl cevap vereceğiz?
Saffet Süresi 138. Ayet: Efelâ tezekkürün - Düşünmez misiniz? Akletmez misiniz? Bir üstad bu soruya “Eee düşündük ne olacak?” diye sorulunca, bunun cevabının: “İşittik, iman ettik” diyeceksiniz, diyor… Düşündüm ve itiraz ediyorum bir cevap olamaz. Buradaki düşünme, akletme bildiğimiz düşünme ve akletme değil. Söylediğimi anladın mı, emri fermayı, buyruğumu anlamak için düşündün mü, aklettin mi gibi bir şey, bu örneklerde düşünme, akletme. Hani halk arasında deriz ya, “ben ne söylüyorum, sen ne anlıyorsun, akıl fikir yok mu sende,” demek gibi? Örnek; Ali İmran, 193. Ayet’in Tefsiri, şöyledir. Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz, «Rabbinize inanın!» diye imana çağıran bir davetçiyi (Peygamber'i, Kur'an'ı) “işittik, hemen iman ettik.” denilmesi emredilmektedir.
Diğer bir Ayet. Nur Süresi 51. Ayet’in Tefsiri: Aralarında hükmedip (karar vermesi) için Allah’a ve Elçisine (Kur’an ve Sünnet kaynaklı hükümlere ve düzene) çağrıldıkları zaman mü’min olanların sözü: “(Hay hay, başımız üstüne!) İşittik (kabul ve) itaat ettik” demeleri istenir/ hatta emrolunur.
Üstad, D. Cündioğlu, “Benim tartışma götürmez hakikatlerim yok, tartışılabilir, gerekiyorsa zamanın ruhuna uygun yeniden yorumlanabilir fikirlerim var,” der. Genelde bütün dinler tayy-i mekan, tayy-i zaman(zaman ve mekan üstü), ezelden ebede var olan tartışma götürmez hakikatlerden bahseder. Bir tarafın elinde tartışılabilir fikirler, bir tarafın elinde tartışma götürmez, (zaman ve mekan üstü)hakikatler var. Cumhuriyet akıldır, fikirdir. İnsan aklının eseridir, tartışılabilir ve düzeltilebilir, değiştirilebilir ve zamanın ruhuna göre geliştirilebilir, fikirleri ve yasaları vardır. Fakat Tanrı Kelamı, ezeli ve ebedi hakikatlerdir, hiçbir eksiği gediği olmadığından dokunulamaz, düzeltilemez, değiştirilemez geliştirilemez. Bir tarafta Tanrı Kelamı var, bir tarafta insan aklı. Uzlaşmaz çelişki bu, akıl ile nakil, nas-nusûs.
Cumhuriyet: “Hakimiyet bilâ kayd-u şart -kayıtsız şartsız- Milletindir.”der. Din:“Hakimiyet bilâ kayd-u şart Allahındır.”der. Otoriter yönetimlerde -bazen- esnekmiş gibi gözükse de, “Hakimiyet bilâ kayd-u şart Tek adamındır-Kral, Padişah, Büyük Lider vb...”nin dir. Öğreti, ideoloji doktrin söz konusu olduğunda ise durum pek de değişmez. Hatırlayınız yukarıda bahsettiğimiz üçlüde ki birliği: “Hakimiyet bilâ kayd-u şart o örgütün, onun kuramcısı ve şu anki lideri ve örgütün tabi olduğu kuram- ana program, ideolojinindir.”
Cumhuriyette uyrukluk, yurttaşlık, vatandaşlık, tabiiyet aynı şeyi dile getirir. Vatandaşlık hukuki bir terimdir. Türk Milleti tanımı da hukuki ve vatandaşlığa gönderme yapan bir tanımdır. Irka ve dini aidiyete dair değildir. Bir ülkede yaşayan kişilerin o ülkenin anayasasında yazılı olan haklardan eşit şekilde yaralanması ve o anayasada belirtilen bağlarla o ülkeye, vatana bağlı olması demektir- belirtilen anayasal haklar ve ödevler çerçevesinde. Yurttaşın uyması gereken ödevler, haklar ve hedeflere dair olan yasaların yapım yetkisi, O Yurtta, Vatanda yaşayan her Yurttaşın, insanın eşit temsili(seçtiği temsilcileri) ile belirlenir.
T.C. ANAYASASI: MADDE 2- Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
İngilizce nationality nin karşılığı milliyet değildir, “yurttaş ”tır. Cumhuriyet Yurttaşlığı, herhangi bir dine, ırka, renge… yada azınlık grubuna değil, Türkiye Devletine vatandaşlık bağı ile (hukuken) bağlı olan her insana atıf yapar. Cumhuriyetin laiklik ilkesi, her türlü dini, (dini yasa demek olan)şeriat ile siyasal idareyi birbirinden ayırır ve şeri yasayı siyasal yapının dışında tutar, Demokratiklik ilkesi, şahlık padişahlık ve her türlü otoriter yapıyı, azınlık, oligarşik ve monarşik idareyi dışlar, bütün yurttaşların seçimle iradesini yansıttığı yönetimi esas alır. Yurttaşların özgürce seçtiği vekiller aracılığıyla yapılan anayasa ve yasalar ise özgür bireyler oluşturmayı hedefler. Anayasanın başlangıç ilkelerindeki, “Devletin, ülkesiyle bölünmezliği esası” ise özerklik ve federasyonu dışlar, tek devleti esas alır.
Cumhuriyetimizin oldukça başarılı yönleri var. Cumhuriyetimizin elde ettiği kazanımlar, bütün engellemelere (ve eksiklerine) rağmen geriye döndürülemez bir noktada ve yönü ileriye dönüktür. Mesela seçme ve seçilme hakları. Kadın hakları. Miras kanunu. Medeni kanun. İkinci kadınla evlenme. Resmi nikah. Laiklik. Hukuk. Ticaret kanunu. Giyim kuşam özgürlüğü… gibi birçok kazanım, halkın(çoğunluğunun dil ile ifadede ki zikzaklarına rahmen, daha çok fiilen) sahiplendiği ve tartışma dışında bırakılan alanlar haline gelmiştir.
Anayasa ve yasalardaki zemin ve hedef; Cumhuriyet Yurttaşının çoğunun güncel zihinsel yapısının ve ufkunun ötesinde ve onu aşmakta. Fakat; yurttaşlarımızın henüz özgürleşme, bireyleşme oranı düşük. Cumhuriyet yurttaşının içerisinden çıkacağı halk, asırlardır kendini”ümmet” ve binlerce yıldırda “tebaa”- çoğulu reâyâ-(birine yada bir idareye tabi, bağlı olan kalabalık) olarak yaşamıştır. Bir yanı itibarı ile padişahlara, sultanlara, beylere… tabii olan tebaa, kul; bir yanı itibariyle “ümmet- bir dine ve onu temsil eden bir peygambere bağlı olanlar.” Ümmet(bir peygambere ve onun dinine ait) olma itibariyle Allah’ın kulu, dolayısıyla yukarıdaki Ayetlerde değinildiği gibi: “İşittik ve iman ettik” demesi gereken ve diyen güçlü bir tarihsel arka plandan gelmiş.
Misal olarak şu Ayet’e bir bakalım. Nisa Suresi.59. Ayet: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin (Kur’an’a uyun), Peygambere (sünnetine tâbi olun), ve sizden olan “Ulu’l-Emr’e” (yani, inandığınız gibi Hakk ve hayır üzere sizi yönetenlere, adil devlete ve hükümete) de itaat edin.”
Allah adına yönettiğini söyleyen bir (Ulu’l-Emr) idareci ve inanç önderi karşısında “kul” olanın itiraz etmesi, o öyle değil, şöyle demesi mümkün mü? Dememeside gerekir. “Ulu’l-Emr karşısında yani padişah, bey, paşa ve başka efendiler karşısında “kul”un yapması ve söylemesi gereken tek bir şey var: “İşittik ve İman-itaat- ettik”demeleri. Çünkü ne Allahın ve peygamberin nede sizden olduğu iddiası ile “Ulu’l-Emr” olarak var olan, yada kendini öyle sunan, yani Allah adına hükmeden diğer hüküm sahiplerine(bilhassa ulemaya) itiraz etmemeniz gerekir. Çünkü onlar sizin adınıza akleder, nakleder, yorumlar, hükmeder ve emreder. Bir bakıma vasinizdirdirler. Onlar karşısında gasilhanede, gassal önündeki ceset gibi olmalısınız. Buradan hareketle annenize, babanıza, dedenize… ve bütün büyüklere itaat ediniz noktasına varıyoruz ve uygulanan kültürümüzde de bu böyle. Amerikan filmlerinde olur ya, mahkemede savcı iddianameyi okurken savunma avukatı ayağa kalkar ve “hakim bey itiraz ediyorum”der! İşte bizim kültürümüz yukarıda belirtilen bu “Ulu’l-Emr” sahiplerine ve büyüklerinize, “itiraz ediyorum” deme hakkınızı elinizden alıyor, almıştır. Sonuç olarak kültürümüz daha çok itaat(biat) kültürü; isyana, hayır(ben öyle düşünmüyorum) diyecek özgürlükçü bir bireyciliğe engel. Cumhuriyetin aşmaya çalıştığı bir kültürel genetik te bu.
Kime yarar bu “biatçı” yapının sürdürülmesi? Şu yada bu sebeple idari bir pozisyonu ele geçirmiş(yada ele geçirmek isteyen) cemaat ve onun başında bulunan ve kendini “Ulu’l-Emr” olarak sunarak inancı, insan hak ve özgürlüklerini (kendi ikballeri için) ihlal eden ve saltanatını ömrü billah sürdürmek isteyen kişi ve cemaatlerin işine yarar.
Din ve ideolojiler toplumsal uyumu ve idari kararlara daha kolay uyumu sağlar. Din tacirleri ve tek adam yönetimleri ile her türlü otoriter yapılar için ortak paydadır biat. Bu kalıba dökülmüş insanlar kolay mobilize edilir ve yönlendirilir.
***
2002’den bu yana tam 17 kez eğitim sistemi, 9 kez de Millî Eğitim Bakanı ve 7 kez de Kültür ve Turizm Bakanı değişti.(2023 verisi.)
OECD ye göre eğitim seviyesi en yüksek ülkeler?
PİSA sonuçlarına göre: Okuma testinde ilk 10 sırada sırasıyla Finlandiya, Kore, Kanada, Avustralya, Lihtenştayn, Yeni Zelanda, İrlanda, İsveç ve Hollanda yer almıştır. 33. sırada yer alan ülkemizi (OECD ortalamasının altında kalmıştır) Uruguay, Tayland, Sırbistan, Brezilya, Meksika, Endonezya ve Tunus izlemiştir.
Türkiye Cumhuriyetine, Cumhuriyet düşmanları kadar, Cumhuriyetci fanatiklerde kötülük yaptı… Altı oku yanlış ve katı uyguladılar. Fanatik cumhuriyetçilik ile, fanatık cumhuriyet karşıtlığı arasında rejim savrulup durdu. Fanatik cumhuriyetçilerden herkes zarar gördü. Alevilerde, Sünnilerde, sağcılarda solcularda, Kürtlerde Türklerde… zarar gördü-farklı oranlarda. Hep, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimin korumak ve bekasını sağlamak adına yola çıktılar fakat; bu cumhuriyetin yurttaşlarının arasında var olan bir tarafın yanında yer alıp diğerine cumhuriyeti dar ettiler.
Bu durum bana Viktor Hugo’nun Sefiller romanından bir pasajı, hatırlatıyor. Aklımda kaldığı kadarıyla hikaye şöyle. Göstericiler slogan atarak bir caddeye girerler. Caddenin baş tarafında polis ve araçları görününce barikat kurmaya karar verirler. En yakındaki bir işyerine girer ve içerde masa, sandalye, taşınabilir ne varsa alıp götürmek isterler. İşyeri sahibi ne “yapıyorsunuz?” diye sorunca, göstericiler, “Amca biz senin haklarını savunmak için, polislere karşı kuracağımız barikatta bunları kullanacağız,” derler. Adamda bunun üzerine şu kıssayı dile getirir. “Kocası eşine bir tokat atar. Kadında kızar, babasının evine sığınmaya gider. Babası kızına neden geldiğini sorar. Kızı da babasına, kocam bana bir tokat attı, bende evimize geldim, der. Babası kızına hangi yanağına tokat attı diye sorar, kız sol yanağını gösterir. Babası da kızının diğer, sağ yanağına okkalı bir tokat atar, “benim kızımı tokatlayanın bende karısını tokatlarım. Git kocana böylece söyle der.” Masa ve sandalyeleri alınıp barikata götürülen lokantacı, bizim durumuzda bu kadının durumu gibi, der.
Oysaki Atatürk’ü saygı ile anmak ve onun önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin bekasını sağlamak, bu topraklar üzerinde yaşayan her insanı eşit, özgür(asil) yurttaşlar olarak görmek ve bunun için ekonomik kalkınmayı, gelir dağılımında adaleti sağlamayı ve demokrasiyi, dolayısıyla laik bir hukuk devletini tesis etmek, geliştirmek, çağ ile senkronize olmakta olan bir eğitim ve öğretim sistemi oluşturmak, geliştirmek ve senin gibi olmayan(hatta sana itiraz eden) insanlar ile barış içinde bir arada yaşama bilincini… geliştirmek gibi bir vizyon edinmeyi gerektirir, hatta zorunlu kılar.
Bu genetikleşmiş, sosyal psikolojik arka planın götürüsü bu ülkeye neye mal oldu?
Bir örnek… “Hürriyet'ten Jale Özgentürk'e verdiği son röportajında, "Türkiye'ye aşık bir ötekiyim" diyen rahmetli İshak ALATON, şöyle diyor: “Almanya 1950’de tamamen yıkılmış. Savaş bitkini bir ülke. O zamanki fert başına geliri için bazıları 50, bazıları 80 dolar diyor. Fakat 1950’de Türkiye’nin fert başına geliri 200 dolar. Bir de Kore var. Henüz Kore Savaşı başlamamış. 1950’de Kore’nin fert başına geliri ise 65 dolar. Kore 65, Almanya 80, Türkiye 200. Türkiye en üstte. Çünkü savaş görmedi.
1950 ile 2000 arasındaki 50 yıl içinde ne oldu?
Türkiye 200 dolardan, 3000 dolara, Almanya 60 dolardan 60 bin dolara, Güney Kore 65 dolardan 30 bin dolara çıktı. Türkiye Almanya’nın fersah fersah önünde olabilirdi. Kore’nin esamesi okunmazdı. Çünkü daha baştan iyi, savaş da görmemiş, aynen İsveç gibi. İsveç biliyorsunuz savaş görmedi, dünyanın en zengin, en müreffeh ülkelerinin başında geldi 2000 yılları civarında.
Türkiye nasıl çuvalladı?
Çünkü Türkiye’nin zihinsel kromozomlarında bir eksiklik oluştu. O da şu; milliyetçiliğe, milli beraberlik hikâyesi içinde ayrımcılığa çok yön aldı. Yani farkında olmadan bir imaj yaratıldı. Sen Türk'sen benimle berabersin, Türk değilsen yani Kürt'sen, Yahudi'ysen, Hristiyan'san sen ötekisin. Bugün 90 yaşıma bir kaldı, 1927’de doğdum, 2016’da program yapıyoruz, demek ki gelecek sene 90 oluyorum. Ben hayatım boyunca hep öteki olarak görüldüm, hep ötekiyim. Çok iyi bir öteki, Türkiye’ye müthiş aşık, Türkiye’ye müthiş hizmetleri olan ama Yahudi. Ya ne ihtiyacın var bana Yahudiliğimi hatırlatmanın. Evet ben Yahudi'yim, ben öyle doğdum, ben seçmedim.
Bugün ötekileştirme var değil mi?
Tabii bugün de yapılıyor, hep yapılıyor. Ben 1950 ile 2000’i yalnız ekonomik rakamları bir araya getirmek için dile getirdim. Yoksa bugünkü zihinsel devrim daha iyiye gitmedi 2000’den 2016’ya, daha kötüye gitti. Daha çok ayrımcılık, daha çok ötekileştirme, daha çok herkes öteki.
Kızım Leyla geçen gün bir röportaj verirken “Bugün Türkiye’de herkes öteki oldu” dedi. Çok haklı. Ben öteki olmaktan yoruldum ya! Ben hep birlikte gelin şu kalası birlikte kaldıralım, daha iyi bir yere götürelim, daha iyi bir hayata doğru heyecan verelim, insanlara ekmek verecek yatırımlar yapalım dedim. Bunu yapamadık.
Hemen şu an girelim. Ne oldu 2000 ile 2016 arasında?
2000 ile 2016 arasında müthiş bir şans yakaladık, dünyanın konjonktürü de buna çok uygundu. Türkiye de bunu ilk yıllarda 2000 ile 2007-2008 arası Kemal Derviş’in de IMF ile olan anlaşması sonrası biz iyi bir yolda, 3 bin dolardan 10 bin dolara çıkabildik. 2008’de 10 bin dolarda çakıldık kaldık. 2008’den sonra 10 bin doları yukarıya çıkaramadık.10 bin dolar tuzağına düştük. Şimdi de zannediyorum 8 binlere doğru yol alıyoruz, geriliyoruz. Neden? Bence bunun çok basit bir izahı var. Türkiye artı değerleri yanlış yerlere yönlendirildi.
Nerelere yönlendirildi?
Türkiye yarattığı, artırdığı değerleri binalara, alışveriş merkezlerine, insanları mutlu eden eşyaların eve girmesine, radyosu, buzdolabı, çamaşır makinesiymiş bunlara harcadı. Gecekondulaşma çok geriledi, azaldı. İnsanlara küçük birer apartman dairesi verdik. Evet bütün bunlar iyi de, bir treni kaçırdık, o da yüksek teknoloji. Yani iş yaratan, insanın beynini çalıştırıp beyin üretimini geliştirerek dünyada birkaç marka, bilgisayarmış, sağlıkta yüksek teknoloji, sağlığı geliştiren araştırmalar. Yani Türkiye’nin karakterinde dünyaya uyma, dünyanın gelişimini takip ederek ondan feyz alma ve onunla beraber koşma merakı olmadı ve yok. Olmayınca işte biz de öksüz bir üretici oluyoruz.”
***
Düşünüp konuştukça uzanıyor yazı. Partiler, cemaatler üstü bir eğitim politikası, ekonomi politikası, savunma sanayi politikası… insan hak ve hürriyetleri politikası… ulusal bir vizyon ve geleneği oluşturmadık. Biz Müslümanlar dedik, biz sosyalistler dedik, biz milliyetçiler dedik… biz sağcılar, solcular dedik dedik fakat; “Biz insanlar, ey İnsan” deme kabiliyetimizi yitirdik. Çağdaş bir siyasal yapının onsuz olmaz şartlarının başında “cumhuriyet ve demokrasi,” demokrasinin ise çoğulcu ve katılımcılığı esas aldığını anlayıp özümseyemedik.
Hiçbir ideoloji ve inanç sistemi, tek başına “ben (bütünen) Hakikatim” diyemez ve dememelidir; ancak hakikatin bir kısmını ifade eder çünkü. Bu (zihniyet) ise demokratik cumhuriyete götürür bizi. Senin gibi olmayan, sana benzemeyen hatta sana itiraz eden insanlarla bir arada yaşamaya, dolayısıyla farklı inanç ve ideolojilere sahip insanların varlığına saygıya, tahammüle, hoşgörüye, gelişmeye, değişmeye ve dönüşmeye açık olmaya götürür cumhuriyet yurttaşını, dolayısıyla bizi ve insanlığı. Sonuç olarak bu, zamanın ruhu, çağ ile senkronize olmaya yol açar.
Winston Churchill, “demokrasi berbat bir rejimdir; fakat bu güne kadar bulunup uygulanan rejimlerin içerisinde yine de en iyisidir,” demiştir. İlerde “demokratik bir cumhuriyetten” daha iyi bir rejim bulunup, uygulamaları ile test edilip çağdaş zekalar ve çoğunlukça muteber bulunana kadar, Demokratik bir Cumhuriyet, denemiş rejimlerin en iyisidir. Fakat biz yine de, bir insan olarak kılıçlarımızdan budama makası, mızraklarımızdan dinleceğimiz çardaklar yapacağımız, ekmeğin aşın dert olmadığı, özgür, eşit ,müreffeh ve barışçıl bir dünya, DÜNYALI OLMA ülküsünü, idealini hep muhafaza ve müdafaa edeceğiz, insan olma ve insan kalma kararlılığımızı hep koruyacağız ve “Godot’u bekleyeceğiz, bugün de gelmedi ama, yârin mutlaka gelir diye, yola çıkacağız!..”
Cumhuriyetimizin 102. Yıl Dönümü Kutlu ve Mutlu Olsun.
29 Ekim 2025
A. Sevim